29 Temmuz 2010 Perşembe

İstanbul Hatırası...

Yeri göğü kutsallıkla bezenmiş, uğruna nice kanlar dökülmüş, nice imparatorlara şeref , gurur ve güç kazandırmış, en eski, en gözde, en göz konulan,bitmez tükenmez açlıkla yağmalanmasına rağmen hala en güzel ve en baştan çıkarıcı , büyüleyici kentin, aziz İstanbul'un kuruluşundan itibaren adımlarınızı, elinize sunulan tarih ve bilgi meşalesiyle Kral Byzas'tan,İmparator Contantinus'a, II. Teodosius'a, Iustinianus'a, Fatih Sultan Mehmet'e, Kanuni Sultan Süleyman'a doğru bin yıl ,bin yıl atarak, sayfalarını turlamaya doyamayacağınız bir kitap İstanbul Hatırası.

Hele İstanbul yaşadığınız şehirse ve o aziz şehre arada bir tepeden bakma şansına sahipseniz bu kitabı okuduktan sonra daha bir anlam katarsınız onun gül çehresine...

İnsanoğlunun başına gelecek darbelerden en büyüğünü yaşatırsa hayat birgün size, oğlunuzu, kızınızı veya çok sevdiğiniz eşinizi elinizden alıp acılarınızla, vicdanınızla yapayanlız bırakırsa... hayata tutunmak, hayallere tutunmakla mı olur sizin için?
Yoksa intikam mı anlam kazanır yaşamanız için ?
Sönen anıların, ölen hayallerin, yıkılan düşlerin, en derin, en gizli duygularında gezinecebileceğiniz bir kitap İstanbul Hatırası.

Vermek istenen mesajlarla işlenen seri cinayetlerin, ölenlerin gözlerindeki sırların, avuçlarının içindeki sikkelerin, cansız bedenlerinin konuluş şeklindeki okların yönünde ipuçlarını çözümlemeye çalışılan polislerle birlikte, katili bulmak için uykularınızı kaçıracağınız bir kitap İstanbul Hatırası.

Yedi Hükümdar, Yedi Kurban, Yedi Sikke, Yedi Kadim Mekan...Bu şehrin gizemli tarihinin kitabı
İstanbul Hatırası .

İlk okumaya başladığınızda Dan Brown'un ''Da Vinci Şifresi''nden esinlenilmiş gibi gelse de kısa bir süre sonra bu ön yargıyı tamamen yok ediyor anlatım.

Sonu bana ''Beyoğlu Rapsodisi''ndeki o muhteşem vuruşu yapmasa da tarihe ve polisiye hikayelere meraklısıysanız okumaya çok değer bir kitap.

Mutlaka okuyun derim...

Gülbin Tatlıağız

Küllerinden Doğan Kent
Iustinianus'un Konstantinopolis'i


Ayasofya'ya bakıyordu İmparator. Yeryüzünün en görkemli mabedine. Gökyüzünde asılı kutsal bir bulutmuş gibi Konstantinopolis'i kötülüklerden koruyan tapınağa. Işığını Tanrı'dan alan büyük anıta. Yüceliğiyle sadece kendisini değil, üzerinde yükseldiği kenti de benzersiz kılan mucizevi yapıya. İnsan aklıyla insan ruhunun birleşiminden doğan göksel mekana. O güne dek yapılmış tapınakların en büyüğüne, en genişine, en yükseğine, en aydınlığına...Ayasofya'ya...

Ayasofya'ya bakıyordu İmparator Jüstinyen. Kutsal olanla bilge olanın birliğine. Ancak inançlı ruhların yaratabileceği güzelliğe. Hükmünü yitirmiş tanrıların tapınaklarıyla süslü Konstantinopolis'in artık sadece Hristiyan tanrısının kenti olduğunu kanıtlayan yapıya. Tanrının yücelttiği bu kentin Tanrı'ya sunduğu yüce mabede. Konstantinopolis'in Romalı görünümünü yeni dinin dokunuşlarıyla benzersiz bir biçime dönüştüren yapıların en görkemlisine. İmparatorluğun kudretini, zerafetini, ihtişamını ve zenginliğini gözler önüne sunan Tanrı evine.

Tanrı'nın evine bakıyordu Jüstinyen. Tanrı hep iyi davranmıştı ona. Soylu biri değilken sarayın yolunu açmıştı. Daha imparator bile olmadan Rama'nın kaderini belirleyen biri yapmıştı onu. İmparator amcası Justin'in arkasındaki gizli güçtü Jüstinyen. İmparatorluğun gerçek aklı, gerçek yüreği, gerçek cesareti ve vicdanıydı. Tanrı hep iyi davranmıştı ona. Jüstinyen korktuğu anlarda bile cömertlik görmüştü Tanrı'dan. Ki Tanrı korkakları sevmezdi. En büyük yanlışlarında bile terk etmemişti onu. Ki Tanrı aptalları sevmezdi. En ahlaksız davranışlarına bile kızmamıştı. Ki Tanrı soysuzları sevmezdi. Ama hiç kuşkusuz Tanrı'dan gelen en değerli armağan, Teodora'ydı.

Tanrıya sunduğu tapınağa bakıyordu Jüstinyen. Teodora yanındaydı. Tanrı'ya duyduğu şükranın bir belirtisi, bu muhteşem tapınaksa, öteki, ince uzun bir selvi gibi yanında dikilen Teodora'ydı. İmparatorluk kan kırmızı, enfes bir elmaysa, yarısı Jüstinyen'di, yarısı Teodora. Bizzat Tanrı fısıldamıştı bunu Jüstinyen'in kulağına. Tanrı'dan gelen bu dişi armağanı kutsal bir emanet gibi koruyordu Jüstinyen. Oysa Kudüs'ten gelmemişti Teodora. Kutsallıkla hiç bir ilgisi yoktu geldiği yerin. Roma İmparatoriçeliğinden önce Roma kerhanelerinin imparatoriçesiydi Teodora. Roma sahnelerinin baş döndüren dansçısı. Roma batakhanelerinin taçsız kraliçesi.

Teodora yanındaydı Jüstinyen'in. Konstantinopolis kışının en mutlu günüydü. Tapınak tamamlanmıştı. Beş yıl süren çalışma sona ermiş, beş yıllık hır, zeka ve emek, yepyeni bir kilise olarak kendini göstermişti bu eski kentin ortasında. Beş yıllık düşlerine bakıyorlardı İmparator ve İmparotoriçe. Birbirini deli gibi sven iki aşık, birbirine tutkuyla bağlı iki insan, birbirine inanan iki can yoldaşı. Teodora'nın eli, Jüstinyen'in avucundaydı. Dünyanın kötülüklerinden korunmak için imparatorun kudretli avucuna sığınan bir kuş gibi. Ama kimin kime sığındığı belirsizdi. Teodora sokaklardan geliyordu. Sokaklar Roma devletinin yüksek terbiyesiyle büyüyen bir imparatorun öğreneceğinden çok daha fazlasını öğretmişti ona. Teodora olmasaydı Jüstinyen olmazdı. Jüstinyen olmasaydı ne Roma yeniden altın çağını yaşayabilir, ne de Konstantinopolis küllerinden doğabilirdi.
Teodora, Ayasofya'ya bakıyordu Jüstinyen'in yanında.Roma kerhanelerinde anlamıştı insanoğlunun alçaklığını. Romalı askerlerin çadırlarında farkına varmıştı bu büyük acımasızlığın. Romalı asillerin yatağında öğrenmişti insanoğlunun ikiyüzlülüğünü. Bu yüzden Konstantinopolis'in halkı ayaklandığında hiç heyecenlenmedı. Romalı asiller onlara katıldığında hiç şaşırmadı. Halk, Konstantinopolis'i ateşe verdiğinde hiç korkmadı. Jüstinyen kaçmak istediğinde bile korkmadı. Zerafetini hiç yitirmeden tuttu imparatorun ellerinden. Kendi oğlunun gözlerinin içine bakar gibi baktı kocasının gözlerine. Yumuşak ama kesin bir ifadeyle şöyle dedi :
'' Sen İmparatorsun, ölmek daha çok yüceltir seni kaçmaktan.
Ama daha iyi bir yol var ölmekten : Öldürmek. ''

Jüstinyen'in yanında ikinci bir hükümdar gibi dikmişti gözlerini yeryüzünün en büyük tapınağına Teodora. İnce yüzünde sınırsız bir kibir, soğuk gözlerinde değme savaşçılara taş çıkartacak bir cesaret, dudaklarında bıçak gibi keskin bir öfke. Bu öfke lejyonerlerin kılıcına dönüşerek, kadın, çocuk demeden tam otuz bin isyancının canını almıştı. Bu öfke Jüstinyen'i isyanın sarhoş ettiği kitlelerin avucundan kurtarmıştı. Çünkü o, kadınların en hırslısıydı, en acımasızı, en gözü kara olanı. Çünkü o, İmparator'a Tanrı'nın bir armağanıydı.

Teodora'nın yanında Ayasofya'ya bakıyordu Jüstinyen. Yüreğinden korkuyu, aklından kararsızlığı çekip alan kadının yanında. Etrafı ihanetlerle çevrilmişken, ona sadakatlerin en değerlisini sunan sevgilisin yanında. Umutsuzluk elini ayağını bağlamışken onu bağlarından kurtaran tanrıçanın yanında. Tanrı yollamıştı onu İmparator'a. Ayaklanmada Tanrı'nın işiydi kuşkusuz. Konstantinopolus'in yakılması da. Eğer o sefiller tarafından yıkılmasaydı, Jüstinyen nasıl yeniden yaratabilirdi bu kenti küllerinden.

Ayasofya'ya bakıyordu İmparator, İmparatoriçesinin yanında. Tanrı'ya adamıştı tapınağı, onun yaptığı iyiliklere bir bedel olarak. Çünkü gerçek hükmün sahibi göksel kraldı. Tanrı'nın sınırsız krallığının yanında, yeryüzündeki İmparatorluğun ne hükmü olabilirdi? Ama karşısındaki bu büyüleyici güzelliğe, bu devasa uyuma, gökyüzüne asılıymış gibi duran bu muhteşem mabede bakarken bir an kendini yitirdi, kapıldığı gurur Tanrı'yı da, onun göksel krallığını da unutturdu. Ve yeryüzündeki ilk tapınağı yapan Yahudilerin kralı Süleyman Peygamber'e şöyle söyledi :
'' Görüyor musun ey Süleyman, seni geçtim.''

Tapınağa bakıyordu İmparator, onu ölümsüz kılacak olan en görkemli mabede. Ayasofya'ya...

İstanbul Hatırası Ahmet Ümit Everest Yayınları 2010 Haziran

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder